5 Ekim 2016 Çarşamba

KERBELA, Hz.Zeynep Anadan Hz.Hüseyin'e Ağıt

KERBELA, Hz.Zeynep'ten Hz.Hüseyin'e Ağıt.

Gitme kardaş gitme bizi koyupta
Bende senin ile geleyim kardaş
Bir değil bin değil yaram sarılmaz
Dertlerine derman olayım kardaş

Böyle mahcup durup yüzüme bakma
Yaralı yüreğim birde sen yakma
Zeynel Abidin’i yetim bırakma
Ben senin yerine öleyim kardaş

Kanlı Kerbela’nın ıssız çölünde
Kan deryası oldu gözüm selinde
Alırsalar kardaş seni elimden
Ben seni nerede bulayım kardaş

Yadigarı idin bize dedemin
Buna şahitim dir gök ile zemin
Gözyaşımdan başka yoktur merhemim
Getir yaraların çalayım kardaş

Görmesin halini dedemle anam
Babam gelip görse halimiz yaman
Kan ağlar yüreğim yanıyor sinem
Ömrüm boyu sana köleyim kardaş

Yanarım yanarım tütünüm tütmez
Kanlı yezidlere gücümüz yetmez
Ben ölsem de benim için fark etmez
Senin mutluluğun dileğim kardaş

Anam yok ki yaralarım sardıram
Babam yok ki hal hatırın sorduram
Kardaş yok ki çekip seni kurtaram
Kırıldı kanadım bileğim kardaş

Ali Sefa’m derki bu dertli başta
Yedim tüm ömrümü gözlerim yaşta
Kanlı Kerbela’da koydum kardaşlar
Canımı serimi yüreğim darda



Fahrettin ŞahmerdanHızıraşkına

3 Eylül 2016 Cumartesi


Kerbela Olayı 


İmam Hüseyin, kardeşi İmam Hasan’ın Muaviye’ye biatına ve onunla uzlaşmasına baştan beri karşı çıktı. Kardeşi Hasan’a bu davranışının nedenini sorduğunda ise; O’ndan, “Babamız Ali’nin uzlaşmasına sebep olan şeyler bana da sebep oldu” cevabını almıştır. Bir başka deyişle İmam Hasan, kendi yüzünden kan dökülmesini istemediği için böyle davrandığını söylemiştir.

İmam Hasan’ın öldürülmesinden sonra Iraklılar Hüseyin’e biat etmek istediyse de İmam Hüseyin, Hasan’la Muaviye arasındaki uzlaşmanın ancak Muaviye’nin ölümü ile biteceğini söyleyerek bunu kabul etmedi.

Muaviye, Hicret’in altmışıncı yılı Recep ayının 15. günü öldü. Yerine ölmeden önce oğlu Yezid’i halife olarak bıraktı. Böylece İslamiyette, saray-saltanat ilişkisi kurulmuş oldu.

Muaviye, zevk ve eğlenceye aşırı düşkün, içkici ve kumarcı bir insandı. Halk üzerinde o kadar ağır bir baskı kurmuştu ki, cuma günleri kılınan cuma namazını çarşamba gününe aldırdığı halde halktan kimsenin sesi çıkmadı. Bu tür davranışlar onun için bir güç gösterme aracıydı.

İslamiyet artık sarayı, saltanatı, debdebesiyle; vezirleri, hadımları, ordusu, kumandanları, zindanları ve cellatlarıyla; zulmü, kahrı ve keyfi idaresiyle tarih sahnesindeydi. Sahnenin arka planında ise, bir yandan har vurup harman savrulan bir hazine, bir yandan da yoksulluk içindeki halk yığınları vardı.

Ünlü tarihçi Gölpınarlı, Muaviye’nin yerine geçen oğlu Yezid’i de bize şöyle tanıtıyor: “Kendisine böyle bir saltanat devreden babası ölürken bile başucunda bulunmak lüzumunu duymayan, avlanmakla gönül eğleyen Yezid, gününü-gecesini, çalgı-çağanak dinlemekle, köçek-çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet edinmiş bir kişiydi.” Zevk ve eğlenceye düşkün olan Yezid, İslamiyette içki, şarap vs.nin yasak olmasına karşın, şairliğini şu ifadelerle gösteriyordu:“Bu şarap Muhammed’in dininde haram ise, sen de onu Meryem oğlu İsa’nın dinince al, iç.”

İbn Yezid, testiden kadehe dökülen şarabın çıkardığı sesi ise, Hatim’le Zemzem arasında koşuşan hacıların ayak seslerine benzetiyordu.
Yezid, babası Muaviye’nin ölümünden sonra kendisini halife ilan etti. Medine Valisi Utbe oğlu Velid’i de İmam Hüseyin’e göndererek kendisine biat etmesini istedi. Yezid, hiç bir gecikmeye meydan verilmemesini ve gerekirse Hüseyin’in hapsedilmesini istemeyi de unutmamıştı.
Medine Valisi Velid de Hüseyin’i makamına çağırarak, Muaviye’nin öldüğünü, yerine oğlu Yezid’in geçtiğini ve kendisine Hüseyin’in biatını almakla görevlendirdiğini söyledi.

Hüseyin bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Kendisinin babasına (Muaviye) bile biat etmediğini, Hasan ile Muaviye’nin aralarında bir anlaşma yaptığını hatırlattıktan sonra hilafet’in saltanat gibi babadan oğula geçmemesi gerektiğini anlattı. Hüseyin, şöyle devam etti:

“Şu dünyanın gidişatına bak ya Velid, haksızlık da ağaçlar gibi büyüyüp dal budak salar oldu. Muaviye zaten halifeliği bin bir hile ile ele geçirmişti. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de oğlu halifeyim diye ortaya çıkıp hak iddia ediyor.”

İmam Hüseyin, bu sözlerinden sonra, kendisinin zalim soyuna biat edenlerden olmayacağını haykırdı. Babasının hilafet adına hançerlendiğini, ağabeyinin hilafet adına zehirletildiğini hatırlattıktan sonra da vali konağını terk edip gitti.

İmam Hüseyin bu meydan okumadan sonra Mekke’den Medine’ye göçü düşünürken Kûfe’ye gitmeye karar verdi. Hatta Kûfe’lilerin biatını almak için önceden amcası oğlu Müslim’i gönderdi. Müslim burada 30.000 biat aldı. Bunu duyan ve çılgına dönen Yezid ilk tedbir olarak İbni Ziyad’ı Basra valiliğinden Kûfe valiliğine atadı. Çünkü Kûfe valisi Numan da İmam Hüseyin’e biat edenler arasındaydı.
İmam Hüseyin Mekke’den, İbni Ziyad Basra’dan Kûfe’ye doğru yola çıktılar. Kûfe’ye daha önce gelen İbni Ziyad, vali konağına gittikten sonra şehirde korkunç bir terör estirmeye başladı. Yüzlerce kesilmiş insan başı sokakları doldurdu. Bu ilk saldırıdan sonra, biatlarını geriye almazlarsa tümünü kılıçtan geçireceği tehdidini savurarak, halkı sindirdi.

Müslim, Kûfe’deki yeni gelişmeleri İmam Hüseyin’e bildiremeden öldürüldü. Ölüsü Kûfe sokaklarında dolaştırıldıktan başka, İbni Ziyad koparılan başı Yezid’e gönderdi.

İmam Hüseyin’i Kûfe dışında halk yerine İbni Ziyad’ın ordusu ve komutanı Hür İbni Riyad karşıladı. Son acı durumu Hüseyin Hür’den öğrendi. Daha acısının ilk şokunu üzerinden atamamıştı ki, kumandan Hür, kendisinden de Yezid’e biat istedi.

Kumandan Hür, “Emir böyle” deyince, İmam Hüseyin buna cevap olarak, “Yezid soyunun kardeşimi öldürdüğünü yedi cihan bilir. Sen binlerce mazlumun kanını üstüne sıçratmış bir katilin söylediklerini emir sayıyorsun, öyle mi?” diye sordu.

Bir yandan İmam Hüseyin’e zarar vermek istemeyen, bir yandan da İbni Ziyad’ın emirlerine karşı çıkamayan kumandan Hür, İbni Ziyad’dan gelen son emri Hüseyin’e şöyle bildirdi: “Ya teslim olup Kûfe’ye götürüleceksin, ya da hepiniz susuz bir yerde konaklayacaksınız.”

İmam Hüseyin bu son emirle çok zor bir durumda kalmıştı. Çünkü karşısında güçlü bir ordu, yanında ise kendisiyle yola çıkıp buraya kadar gelmiş yaşlı, kadın, erkek, çoluklu çocuklu 70-80 kişi vardı. Sonunda onlara döndü ve şöyle dedi: “Beraberliğimiz buraya kadar olacak. Ben Yezid’e biat etmem. Ama benim yüzümden size zarar gelmesini de istemiyorum. Ben arkamı size döndüğümde siz dağılın. Yalnız kalmaktan başka sizden bir isteğim yoktur. Ama Yezid’in başımı kopardığını duyarsanız biliniz ki o baş biat sızdır.”

Bu konuşmaya rağmen yanındakilerin İmam Hüseyin’den ayrılmamaları üzerine Yezid’in komutanı Hür, onları susuz bir yere yürüttü. Burası, tarihe Kerbela adıyla geçecek yerdi.
Susuzluğun ne demek olduğunu ve susuzlukla yapılan işkencenin korkunçluğunu bu bir avuç insandan daha iyi bilenin olamayacağını bütün tarih kitapları kalın harflerle yazdı.
Kerbela’da çöl ortasında aç ve susuz kalmış bir avuç insanın üstüne Yezid tarafından ordu üstüne ordu gönderildi. Takviye edilen yeni ordunun komutanı ise, İmam Hüseyin’i Kûfe’ye çağıranlardan Ömer İbni Saad idi. O da Hüseyin’i “Ya biat, ya savaş” tercihiyle karşı karşıya bırakmıştı.

Savaş başlamadan önce, bir yanda sayıları binlerle ifade edilen Yezid’in ordusu, bir yanda da susuz, yorgun, uğradıkları haksızlıkların acısı içinde bekleşen 70-80 kişi vardı: Hz. Ali’nin oğulları, İmam Hasan’ın oğulları ve diğerleri… Yani Hz. Muhammed’in soyu, ehlibeyti.

İmam Hüseyin, Yezid’in ordularının karşısına; başında Hz. Muhammed’in sarığı, boynunda kılıcı, elinde ise babası Hz. Ali’den devraldığı sancakla çıktı.

İmam Hüseyin, Yezid’in ordusuna, bir insanın iktidarı ne kadar güçlü olursa olsun, inanmış insanların bu gücü kırabileceğini göstermek istiyordu.

İmam Hüseyin, tek tek bütün komutanları yenince bütün ordu üstüne saldırdı. Yüzlerce asker saldırıya geçti. Kumandan Ömer uzaktan bağırıyordu: “Başını kesin… Başını kesin.”

Şimr adlı bir asker kanlar içinde kıvranmakta olan Hüseyin’in başını gövdesinden ayırdı ve koşarak komutan Ömer’e götürdü. Ömer bu kesik başı eline alıp, “İşte Yezid’in önünde eğilmeyen Hüseyin’in başı. Allah’a şükürler olsun ki görevimizi yerine getirdik. Allah bunu bizlere nasip etmiştir” dedikten sonra, Hüseyin’in kesik başı ile birlikte Yezid’in sarayına doğru yola çıktı.

Hz. Hüseyin, Hicret’in 61. yılı Muharrem ayının onuncu günü, ikindi vakti Kerbela’da işte böyle katledildi. Katledildiğinde 56 yaşındaydı.

Kerbela olayından iki yıl sonra Yezid de öldü ve yerine oğlu İkinci Muaviye halife ilan edildi. İkinci Muaviye çok farklı bir kişilik sergiledi; hilafetinin 40. günü Ümeyye Camisi’nde verdiği hutbede, minbere çıkıp Allah’a hamd-ü sena ettikten, Peygamber’e salavat getirdikten sonra Aliyel-Mürteza’nın faziletlerini, üstünlüğünü ve Kerbela şehitlerine yapılan zulmü birer birer anlattı ve zalimlere lanet okuyarak şöyle devam etti:
“Ey nas! Biliniz ki ben, bu zulmün devamına tahammül edemem. Hilafet makamı Ali’ye ve evladına ait bir makamdır. Ben, bu hakkı gasbetmekten Allah’a sığınırım ve kendimi bu makamdan geri alıyorum.”

İkinci Muaviye’nin annesi ile birleşen Mervan o gece ikinci Muaviyeyi zehirleyerek öldürttü. Yerine de kendisi halife oldu.




İMAM HÜSEYİN'İN ALTI AYLIK ŞEHİT OĞLU ALİ ASGAR


Sabahın erken saatlerinde başlayan kanlı direniş, artık yerini sükûnete bırakmıştı. Kuru sahrada binlerce kişilik düşman ordusu karşısında yarensiz kalan Hüseyin (a.s), feryadına henüz bir cevap alabilmiş de değildi. Hayata karşı dakika dakika yabancılaşıyor, adeta yeni bir dünyayla tanışıyordu. Bir an için eskiye dönmüş; çektiği sıkıntıları, tattığı acıları tek tek gözden geçiriyordu:

Ceddi Resul-u Ekrem’in (s.a.a) rihleti ve onun ardından anası Fâtıma’nın (s.a) bitmek bilmeyen çileler zinciri, çektiği ıstırap ve işkenceler; babası Hz. Ali’ye (a.s) yapılan zulümler ve onun hazin sonu; kardeşi Hasan’ın (a.s) Muaviye karşısında sabrı ve o melun tarafından şehit edilişi ve bir de bu acılara ek olarak Kerbela faciası..

İşte tüm bu çileler Hüseyin (a.s) için örülmüş, onun için takdir edilmişti. Bu yüce şahsiyet, Resul-u Ekrem’in “İyisi de var, kötüsü de” şeklinde beyanlarda bulunduğu ashap ve tabiinin arasındaki “iyi” olarak tanınan “kötüler” sınıfının kurbanı olmuş, tüm Ehl-i Beyt gibi, o da bunun cefasını çekmişti.

Artık Hüseynî çadırlarda Hüseyin’den (a.s) başka savaşabilecek kimse kalmamıştı. Vefalı dostların tümü, az önce arka arkaya aşk diyarına doğru süzülmüşlerdi çünkü. Hüseyin yavaş yavaş çadırlara doğru yürürken Ehl-i Beyt hatunlarına sesleniyordu:

-Ey Sakine, ey Fâtıma ve ey Zeynep! Allah’ın selamı size ve yanınızdaki diğer Ehl-i Beyt’ime olsun. Bu, benim size olan son selamım, sizinle son görüşmemdir. Bilesiniz ki, artık hüzün defteri size yeni yeni sayfalar açacak, keder size daha da yakınlaşacaktır!..

İmam, daha fazla dayanamamış, ağlamaya başlamıştı son sözlerinden sonra. Bu sözler, aynı zamanda onun hazin sonunun da habercisiydi. Gözyaşları Kerbela sahrasında kaybolup giderken herkes susmuştu şimdi.

Ne var ki bu suskunluk fazla sürmemişti. Kahkahalar, küfürler ve nâralar... Az önceki sessizlik, düşman askerlerinin bu çirkin çığlıklarıyla tekrar bozulmuştu.

Onların bu çirkin saldırıları Kerbela’yı kuşatmışken Hüseyin (a.s) çadırların hemen önlerinde toplanan birkaç şehidin yanı başındaydı. Buruk bir dille, onların huzurunda feryadını tazeliyordu:

-Bana yardım edecek kimse yok mu?

Bu cümlenin hemen ardından gözyaşlarına mani olamayıp ağlamaya başladı:

-Abbas, Müslim, Kâsım!.. Neredesiniz? Neden Hüseyin’e cevap vermiyorsunuz? Siz değil miydiniz bir seslenişime bin can veren fedailer, şimdi ne oldu da cevap vermiyorsunuz bana?

İmam, Allah’a şikâyetini böyle dile getirmeye, acısını böyle dindirmeye çalışıyordu. Yarenlerinin, biricik yavrularının ve can dostu yakınlarının cansız bedenleri onu epey hüzünlendirmiş, yasa boğmuştu çünkü.

O, şimdi kendi çadırına yönelmiş, Ehl-i Beyt’ine uyarılarda bulunuyordu:

-Gördüğünüz ve göreceğiniz cefalar karşısında sabredin. Yüksek sesle ağlamayın. Düşman sesinizi duyup da sevinmesin sakın!

Sonra, kız kardeşi Zeynep’e döndü:

-Hatırlıyor musun; sana hep derdim “Sonsuz hayat sahibi yalnız Allah’tır” diye. Ey kardeşim! Benden sonra kadınlar ve çocuklar sana emanet!

Zeynep ağlamaya başladı. Kızı Sakine de... Onlar, Hüseyin’in meydana çıktıktan sonra bir daha geri dönmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Onun da diğer şehitler gibi paramparça edileceğini, atların altında lime lime edileceğini ve şehadet şerbetini içip sonsuz diyara doğru uçup gideceğini biliyorlardı. Bu ayrılık ateşi onları tamamen yasa boğmuştu. Şimdi her üçü de ağlıyordu. Hüseyin (a.s) içindeki ıstırabı beyitlere dökerek kızı Sakine’ye seslendi:



Benden sonra çok ağlayacaksın kızım

Istırabın artacak, keder sahibi olacaksın

Ama en azından hayatta olduğum

Ve seni görebildiğim müddetçe

Islak gözlerinle yakma kalbimi!

Hasret gözyaşlarını şimdiden akıtma!

Eğer cansız bedenim yere düşer de

Tutunacak hiçbir dalım kalmazsa

Ey güzel kızım benim!

İşte o zaman sarılır, ağlarsın bana!..



Vedalaşmak için sırada en küçük yavrusu Ali vardı. Kerbela’nın en küçük kahramanı Ali Asgar’dan da vedalaşmak istiyordu şehitler serveri.

Zeynep’e dönerek minik yavrusunu istedi:

-Ey benim vefalı kardeşim; kundaktaki yavrumu getir bana, gönlüm onunla da vedalaşmak ister!

Bir müddet sonra Ali Asgar da getirildi. Kızgın güneşe karşı gözlerini sıkı sıkı kapayan minik yavru, susuzluktan neredeyse kurumak üzereydi. Hüseyin, yavrusunun kuruyan dudaklarına son kez sıcak bir buse etti. Ancak yüreği onun acı feryadına dayanamıyordu. Minik yavruyu havaya kaldırıp Kûfelilere seslendi:

-Ey Yezid'in yandaşları! Sizin gözünüzde ben zalim ve dinden çıkmış biri de olsam en azından şu masum çocuğa Muhammed'in (s.a.a) dini hatırına su verin!

O sırada Kûfe ordusu içerisinde Harmile b. Kâmil adlı bir okçu da onları sinsice izliyor, şeytani planlar kuruyordu. Özel olarak hazırladığı üç başlı çatallı oku torbasından çıkarıp yayına yerleştirerek minik yavruyu nişan aldı.

Kısa bir süre sonra ok yayından çıkmıştı bile... Hüseyin’in veda öpücüğü henüz sıcaklığını kaybetmemişken Ali Asgar’ın narin bedeni bir anda sarsılmış, bembeyaz kundağı bu okla al kanlara bulanmıştı.

Ali Asgar babasının elinde can verirken düşman saflarından yükselen sevinç çığlıkları daha da fazlalaşmıştı. Küçük yavru, gerdanına saplanan okla birlikte babasının kucağından halası Zeynep’in kucağına taşındı. Hüseyin, avuçlarına dolan kızıl kanları gökyüzüne saçarken bir yandan da bağırıyordu:

-Musibet ne türden olursa olsun, tahammülü benim için o denli kolaydır. Şüphe yok ki Allah, beni görmede, bilmededir!..